MS İle Tanışmam
Doktor hüzünle baktı yüzüme ve MS dedi. MS ne dedim kendi kendime ve neden bu doktor kötü bir haber verir gibiydi. Başıma gelecekleri henüz bilmiyordum. Ne kadar zayıf ve ne kadar kuvvetli olduğumu öğrenecektim bu yolculukta. Her hastalık bir öğretmen derler ya, bunu yaşayarak öğrenecektim bu 17 yıl içinde. Olmaz dediklerine olur demeyi, olanaksız dediklerine inanmamayı, iyileşmez dediklerine iyileşir demeyi dahi öğrenecektim. Bu ‘iyileşmez’ dedikleri ‘hastalığı’ iyileştireceğim deyip bütün hayatımı buna adayacağımı da bilmiyordum henüz. Bu dermansız dedikleri, içimde sessizce, sinsice ilerleyen, bir sabah kör, diğer sabah çift görme, bir diğer sabah ise bacaklarımdaki hissizliğe uyandıran bu hastalığı durduracağımı da. Sonuç olarak multiple (çoklu) idi, bir sürü sendrom ile geliyordu ve ben işte doktor olmayan ben, çok aktif ve hızla ilerleyen MS’in ilerleyişini ve beni yok edişini durdurmuştum.
“Bunu nasıl yaptın?” diye soranlara ben nasıl anlatacaktım bu zorlu yolculuğu?
Şimdi geriye dönüp baktığımda kaç kere düştüğümü hem yürürken ve hem de moral olarak, iyiye gidiyorum sanıp tekrar tekrar başa döndüğümü anlatmak kolay mı sanıyorsunuz? Kaç kere bir ilaç olsa, bir ameliyat ile keşke düzelse dediğimi, isyan ettiğimi, kabul ettiğimi ve çok uzun süre, eski meslektaşlarım işe giderken, herkes bir şeyler yaparken benim evde kalmak zorunda olup, kendimi şu ya da bu şekilde kendim için işe yarar kılma çabalarımı. Kitapların içinde bir çözüm, cevap aradığımı, yıllarca nasıl anlatmalıydım ki size?
İlk başlangıçta kortizon vermişti doktor. Teşhisi koyan İstanbul’da ki doktor ‘hemen eve, İngiltere ye döndüğünüzde tedaviye başlayın, henüz çok kötü değil’ demişti. Tedavi dedikleri kortizon idi. Sizi ayağa kaldıran bir iki ayda ve etkisi geçince tekrar aynı konuma getiren bir olay bu aslında. 3 ay yüksek oranda kortizon, tekrar yürümeye başlamak ve yine o yürüme zorluğunun geri dönüşü. Neden geri dönmüştü? Sadece kortizon değil, her gün kendime vurduğum MS iğnesi de işe yaramıyordu. Tedavi eder dedikleri ‘şey’ tedavi etmiyordu işte. Bir şey yapamıyordu doktorlar ve çaresizliklerini yüzlerinde okumak ise umutsuzluk veriyordu.
Betaferon işe yaramıyor dedi Charing Cross Hastanesindeki MS uzmanı doktor.
Çok fazla MS atağı geçiriyorsun. İlaç değiştirmemiz iyi olacak. Biliyordum hergün, her atak ile vücudum fiziksel bir yetisini kaybediyordu. Bir şey yapmak gerekiyordu, iki yıl olmuştu bu ilaca verilen şans ve artık başka bir çözüme ulaşmak iyi olacaktı. ‘Harika’ dedim doktora, ‘deneyelim bu ilacı’. Ancak yan etkileri vardı bu ilacın ve bir yan etki ‘beyin ölümü’ idi. Bunun için ciddi bir test gerekiyordu. O zaman kendime bir ilaç nasıl ölüme götüren bir yan etki yapar diye sormak geçmedi. Hala uykuda idim ve dışarıdan yardım ummayı sürdürüyordum. Beyne giden sıvının testi çok zor oldu. Yeterince ağrı kesici vermedikleri için bele vurulan o iğne kadar canımı acıtan bir şey olmadı belki de. Bel’in vücudun merkez noktası olduğunu da o test sırasında çektiğim acıdan anlamıştım. Bu ilaç çok iyi gelmişti. Kortizon gibi beni ayağa kaldırmıştı. Ayda bir hastanede verilen serum günleri de benim için diğer MS hastaları ile konuşmak ve onların deneyimlerini öğrenmek için bir fırsattı. Bu arada hastalığın tümden iyileşmesi için okumalarım, araştırmalarım devam ediyordu.
Yola Çıkıyorum
İçimde bir şey bir yerde çözümün olduğunu söylüyordu. Ayahuasca diye Amazon ormanı yerlilerinin binlerce yıldır içtiği bir çay vardı. Onun hakkında okumaya başlamıştım ve denemek istiyordum. Bu çay, ilaç sizi sizinle tanıştırıyordu, çok zordu insanların yaşadıkları. Demezler mi en zor şey insanın kendisi ile yüzleşmesi. Bu hastalığın içsel bir şeyler ile ilgili olduğunu yavaş yavaş sezmeye başlamıştım. Ve Ayahuasca ruh’u iyileştiriyordu aynı gerçek bir şaman gibi. Bu sefer bir şifacı değil, ben yapacaktım şifayı Ayahuasca nın yardımı ile. Tüm organizasyon yapıldı ve biletler alındı. Seyahat günü beklenirken, kendimi çok kötü hissetmeye başladım. Ve hastaneye kaldırıldım. Tysabri isimli MS ilacının hiç yazılmayan yan etkisi beni öldürmek üzere idi. O yan etkinin tedavisi 6 ay sürdü. Ve o tedavi sonunda o ilaçların yan etkisi de işi iyice karmaşık hale getirdi. Peru’ya gidememiştim. Ama başka bir şey olmuştu. Artık bana bağışıklık sistemini baskılayan hiçbir ilaç veremiyorlardı ve ben de zaten kimyasal bazlı hiçbir ilaç kullanmak istemiyordum bu yakın ölüm deneyiminden sonra. Kendi kendimin şifacısı olacaktım artık ve tümü ile doğal ilaç ve yöntemlere yönelecektim.
Peruya gitmek için uçakta idim ve inanamıyordum. Cusco’ya gidiyordum ve Sacred Valley’de kalacaktım. Ayahuasca ile ilk seremonide bir çocuk olarak gördüm kendimi ve çok büyük bir ‘şey’i. Hiçlik gibi bir şeydi bu. O büyüklük ve hiçlik içinde Ayahuascanın, büyükannenin, sevgi ile elimi tuttuğunu hissettim.
Kadındı, anneydi o. Yıldızlar o kadar yakındı ki And dağlarının bu en yüksek yerinde, hayatımda hiç bu kadar güzel bir şey ve yıldızları yere bu kadar yakın hiç görmemiştim. Elimi uzattım yıldızlara tutmak için. O anda toprak anaya o kadar yakındım ki, birdim ki ve bu inanılmaz bir mutluluktu. Uzun süredir hiç böyle mutlu olmamıştım ve belki de hiç böyle mutlu olmamıştım. Yeniden doğmuştum sanki.
Londra’ya döndükten sonra her akşam Reiki yapmaya devam ettim. Bir gün bütün gün ‘yeniden doğdum’ deyip durmuştu içimde bir şey. O günün akşamında Reiki yaparken müzik seti birden durdu. Bir baktım elim kumandaya değdi mi diye, yok uzakta idi kumanda. Birden CD’den radyoya geçti müzik seti.
Aramaya başladı. Şaşkınlık içinde seyrediyordum olanları. Müzik seti durdu, aradığını bulmuştu. Birden ‘iyi ki doğdun’ şarkısı çalmaya başladı. Donmuştum. Ve o gün işte benim yeniden doğduğumun kanıtı oldu belki de.
Ayahuasca bir şeyi öldürmüştü de neydi o ölen? Bu Daoistlerin ve İnkaların sözünü ettiği ‘tohumun yeşermesi’ mi idi? Bunu tabii ancak şimdi yıllar sonra anlayabiliyorum. O zaman sadece bir nevi şok idi. Korkmuştum ve Reiki yapmadım ondan sonra bir süre. Korku da neyin korkusu idi bu? Korkunun ilk bilinç üstüne çıkışı mı idi bu yoksa?
Venezuela’da MS’i durduran bir şifacı olduğunu duydum. Bunu denemem gerekiyordu. Venezuela’nın ne kadar tehlikeli olduğu uyarılarını göz ardı ederek, yola çıktım. Ve hayal kırıklığı ile geri döndüm. Haber doğru değildi. Ondan sonraki sene ise Peru, yine. Bu defa Huachuma bana en büyük korkumu gösterdi ve Ayahuasca ölümü. Ölümden sonra da bilincin devam ettiğini gösterdi. Korkular yine. Bu sefer özellikle Huachuma ile korku ile yüzleşmiştim.
Reiki’ye devam ettim, ikinci, üçüncü ve master öğretmen ellerini de aldım. Evimde Reiki şifası vermeye başladım insanlara, uzağa-Türkiye’ye de Reiki şifası gönderiyordum.
Ve mucize gibi bir şey oldu 2014 yılında. Hastaneden aldığım en son MR sonucu ise bir devrim niteliğinde idi. MS hemşiresi bana MS’in ilerlemesinin durduğunu söylediğinde bunun ne anlama geldiğini tam anlayamadım önce.
“Hiç ilaç kullanmadan bunun nasıl olduğunu anlayamıyoruz” demişti hemşire.
Ben biliyordum ama söyleyemedim, söylesem de anlarlar mıydı? Hastane çalışanları bunu hiç anlayamadı ve ben de hiç anlatmadım. Onlar kan testleri ile anlamaya çalıştılar. Görünmeyeni nasıl test edeceklerdi ki? Yaşam enerjisi gözle görülmüyordu ve biz sadece gözle görünene odaklıydık.
MS durmuştu ama bir hasar bırakmıştı fiziksel vücutta. Ben ise bu sefer geride bırakılan hasarı tedavi etmeye adamıştım kendimi. Hiç bitmeyecek bir yolculuk gibiydi bu ve ben sonuna kadar gitmeye, başka çözüm yollarını aramaya ve qi/ki gong ve yoga yapmaya devam ettim. Koreli öğretmenlerden Daoizm geleneğinin sırlarını qi/ki gong ile deneyimlerken ve yaşam enerjisinin prensiplerini öğrenirken, bir başka yaşam enerjisi öğretisini öğrenmeye başladım kitaplardan.
Bu öğreti Peru’da yaşamış İnka imparatorluğunun direkt torunları olduklarını söyleyen ve And dağlarının en yüksek tepelerinde yaşayan Q’ero isimli küçük bir gruba aitti. Sonra bir mucize daha oldu. Üyesi olduğum London Drumming Group ki kök şamanlık çalışmalarını birlikte yaptığım gruptu bu, Peru’dan bu geleneğin bizlere tanıtılmasında öncü olan Juan Nunez Del Prado ve oğlunun Londra’ya geleceğini öğrendim. Ve hemen kaydoldum. Ve işte bu harika öğretiye bugünlerde daha derine inmek ve bir üst aşamaya geçmek için 12 yıl sonra tekrar geri döndüm.
Bu binlerce yıllık öğreti bambaşka bir kapı açmıştı benim için. Bu gelenekte iyi/kötü, negatif/pozitif yoktu. Doğa ile arkadaş olmak vardı, bir bütünün parçası olduğumuzu yeniden öğrenmek vardı. Ancak gelişim ve iyileşmek zaman istiyordu, emek istiyordu. Binlerce yılın çeri ve çöpünü temizlemek gerekiyordu.
Yakınım bir iki kişinin ani ölümü beni çok sarsmıştı. Ve tekrar düştüm. Her düşüşte olduğu gibi diyetimi değiştirdim, yeni yollar aradım. Cevap nerede idi, hala bulamamıştım galiba. Sürekli Reiki ve yeni öğrendiğim teknikleri ısrarla sürekli yapmaya başladım. Hayatı ve ölümü sorguluyordum. Ve bir gece yarısı bir şey beni uyandırdı. Birdenbire kök çakradan çok kuvvetli bir enerji yukarıya doğru çıkmaya başladı. Alev gibiydi, Sel gibi idi ve önüne çıkan her şeyi yıkıp yukarılara çıkmaya çalışıyordu. Kalbime gelince orada sevgiyi hissettim. Bu o kadar büyüktü ki, kim olursa olsun, dost/düşman önemli değildi, sadece sevgi vardı ve enerji idi bu, sevgi enerjisi. Başıma çıkmaya çalıştı ve boynumda takıldı, yukarıya çıkamadı ve geriye döndü. O günden sonra uzun bir süre konuşamadım, kitap okuyamadım, film seyredemedim. Ölmüş gibiydi, her şey bir rüyada olup bitiyordu sanki. Yaptığım araştırma, benzer semptomları yaşayan kişilerin bu durumu Kundalini’nin uyanması ile açıkladıklarını farkettim. Kundalini enerjisi bir kere uyanınca bütün blokları aşıp, yukarılara tırmanmak istiyordu. Ve o tırmanırken ben de sanki her gün daha da dibe iniyordum. Aklıma gelen tek şeyi yaptım, Kundalini yogaya başladım ve işe yaradı, içimde sel gibi olan bu enerjinin sakinleşmesine çok yardımcı oldu.
Yavaş yavaş anlamaya başlıyordum. Kendimi sevmeyi unutmuştum ben. Aslında o kavramı bilmiyordum da. Kimse öğretmemişti ve şimdi çok zordu bunu öğrenmek. Yavaş yavaş içimdeki çocuk olgusuna yine tekrardan dönüyordum. Sevilmemek, beğenilmemek, istenmemek korkuları ile boğuluyordu çocuk ve ergen ve yetişkin. Sevgi değil mi idi korkunun şifası? İnsan sevdiğinden korkar mıydı, hayır, güvenirdi, İnsan güvendiğinden korkmazdı, ne kendinden ve ne de başkasından.
Aman Tanrım, kaç kere ama kaç kere kendimi hiçe saymıştım. Toplum öyle zehirliyordu bizi. Hayatımızın hangi döneminde uykuya dalmaya başlıyorduk, bir nevi hipnoz gibi idi bu. Uyku dediğimiz bu hipnoz muydu yoksa?
Ben de 2017’de işte bu korkunç güçteki sevgi ile kül oldum ya da uyandım. Bilmediğim bir şey yönetiyordu sanki beni, geride, derinde, arkada, bir gölge gibi. Yoksa bu ‘bir ben var bende, benden içeri’ olan mıydı? Bu gölgede olan mı sorumlu idi beni hayatımın 20 yılını geçirdiğim Londra’yı 2020 yılında birdenbire bırakıp Türkiye’ye göçerken?
Şimdi anlıyorum ki bu toprakların dağları, doğadaki maskülen enerjinin kaynağı dağlar, doğduğum ülkenin dağları çağırmıştı beni bu topraklara, bu toprakların dağları, denizleri, kırları, binlerce yıllık tarihi, mavi denizi ve mavi gökyüzüsü. Eve dönmekti bu. Uyanmak zamanı idi, bir dağ gibi sağlam ve su gibi olmak zamanı idi. Ayaklarım toprak anada, başım göğe ve güneşe ve yıldızlara ve ay’a ve bütün kozmos’a bakıp gülümsedim. Şimdiye kadar yaşadığım ve öğrendiğim her şey birleşiyordu içimde ve ben iyileşiyordum.
İyileşmek her anlamda iyileşmekti. Hem spritüel, hem enerji ve hem de fiziksel. Üçü birlikte olmalıydı. Üç vücudumuz vardı ve hepsi içimizde. Her bir vücudun merkezi içimizde idi. İyi de biz kimdik? İşte onu keşfetmemiz gerekiyordu. İnce, kırılgan noktamız vardı hepimizin de nereden geliyordu bu? Neden bazı konularda daha hassastık? Kimim ben sorusu belki de en önemli soruydu.
Bizi en çok kıran ‘şeyler’ ışığın girdiği noktalar olacaktı çünkü içimizdeki bariyeri, duvarı yaratan tam da bu kırılgan nokta idi, korku, öfke, kıskançlık, nefret vs korkulan olgular değildi. Sadece doğanın verdiği enerjiler. Bunlar ağır enerjiler, gravitesi ağır olan enerjiler. Bu enerjiler ağırlar, dayanılması kolay olmayan enerjiler. Üstelik bu enerjiler ‘kötü’ olarak, ‘negatif’ olarak etiketlendirildiği için utanıyoruz bu enerjiler bizde olduğunda. Saklıyoruz, saklıyoruz hem başkalarından ve hem de kendimizden. İşte bütün her şey burada başlıyor.
Fiziksel hastalıklar, ruhsal hastalıklar. Ancak işte bu enerjileri kabul etmenin ve dönüştürmenin bir yolu var.
Hislerimiz, geçmişimiz, atalardan gelenler, kozmostan gelenler, kolektiften gelenler.
Öfke, Endişe, Korku, Üzüntü, Keder, Acı, Hüzün, Stres, Sabırsızlık yaşıyorsanız ve bununla nasıl baş edebileceğinizi öğrenmek istiyorsanız özel danışmanlık için Kayıt Formu doldurabilir veya WhatsApp üzerinden benimle iletişime geçebilirsiniz.
Özel danışmanlık için Kayıt Formu doldurabilir veya WhatsApp üzerinden benimle iletişime geçebilirsiniz.
Bizi Sosyal Medya Kanallarımızdan Takip Edebilirsiniz